Sinema & Edward Hopper

 Yönetmen Cecil B. DeMille’in erken sessiz filmleri, yönetmenin, Rembrandt Işıklandırması olarak karakterize ettiği loş bir atmosfere sahiptir. Filmler, sinema endüstrisinin tam manâsıyla en başından beri güzel sanatlardan beslendi ve beslenmeye devam ediyor. Bazan bir sekans biçiminde, bazan sanat yönetiminde, bazansa filmin verdiği «hissiyat»ta tesirini görürüz. Bazı filmlerde bu hommage ön planda, bazı filmlerde daha mütevazıdır. Çoğu film yapımcısı ve sanat yönetmeni kendi kreatif görüşlerini aktarmak için sanatçılardan direkt ilham alır.


Da Vinci'nin meşhur Last Supper'ı, ve Robert Altman'ın 1970 tarihli M*A*S*H* filmi

İki üstadın başyapıtları; Van Gogh'un meşhur Mahkûmlar Voltası eseri ve Kubrick'in A Clockwork Orange'ı


Fransız yenidalga yönetmen Jean-Luc Godard'ın dediği gibi: İlhamı nereden aldığınız değil, nereye aldığınız önemlidir.

Edward Hopper, 20nci yüzyıl sanatçıları arasında sinemadan en çok etkilenenlerden biridir. Diğerlerinden çok daha fazla sinemayı seven bir ressamdı. Sinema da onu sevdi.


İlk hareketli görseller çekilmeye başladığında Edward Hopper 13 yaşındaydı. 30'larının sonlarında konuşan görseller başladı. ve '67'de çeilen Bonnie & Clyde filminden hemen önce öldü. Yani hayatı sinemaya resmen bağlıydı denilebilir. Sadece filmlerden etkilenmekle kalmıyor, sinemaya gitmeyi de çok seviyordu. The Circle Theatre, New York Movie gibi çizimlerinde de bunu görebiliriz.


İlk ilhamını Alman ekspresyonizminden alıyordu. Paris'te izlediği filmler, ve bu dönemde çizdiği yüksek perspektifli çizimler yeni bir avant-garde nesil tarafından benimsenecekti. Tam kariyerinin patladığı sırada, '30'larda, Büyük Bunalım da patladı. O dönemde çekilen filmler -ve tabii Edward Hopper'ın çizimleri- güvensiz zamanların karanlık pesimizmini gözler önüne seriyordu. II. Dünya Savaşı da film noir [kara film] türünü yaratmıştı.


'30'larda ve '40'larda Hollywood'da çekilen film noir'lar Hopper'ın en sevdikleriydi. Röntgenciliğin uçlarında gezen, isimsiz şehirlerde geçen, muğlak senaryo ve finale sahip, karanlık gölgeler ve kat'i ışık hüzmeleri barındıran filmler. Estetiğini, Hopper gibi, Alman eksprezyonizminden alıyordu. Hem Hopper'ın sanatı, hem film noir'lar benzer naratif unsurlara sahipti, katman katman muhtemel anlamlardan oluşuyor ve ucu açık sorular soruyordu. Cinsel gerilimi gösteriyor ve alt metinde bir egzistansiyal felsefe aşılıyordu. Film noir gibi, Hopper'ın da dönüp dolaşıp geldiği konu, sert ve taş yüzlü kadın protagonistlerdi. Gerçek hayatta da fecaat bir ilişki hayatı ve mutsuz bir evliliği vardı.Ve genellikle bu memnuniyetsizliğini/mutsuzluğunu iletmek için kadını bir vasıta olarak kullanırdı. Room in New York tablosunda eşi tarafından görmezden gelinen bir kadın görürüz. Hotel Room'da hayattaki amacını ve yerini sorgulayan mağlup bir kadın. Summer Evening'de de ifadesiz yüzlü kadında erkek arkadaşını umursamaz bir tavır vardır. Başyapıtı Nighthawks'ta o meşhur ve klasik femme fatal'i görürüz. 

Ben, çoğu zaman Hopper'ın çizimlerindeki kadınlar hep çerçevenin dışına gidip kaybolacak ve bir haltlar karıştıracak gibi hissederim. Üstat Alfred Hitchcock, femme fatal başrollere aşina olmasıyla da bilinir ve Hopper'dan aldığı ilhamdan açıkça bahseder. Filmlerinde de bunun kanıtları belli olur. En büyük sebebi, her ikisindeki gerilim ve belirsizlik sevgisidir. Her ikisinin de bu röntgenci, yalnız ve izole olmuş ilgilerinde, bahsetmeye gerek yoktur ki, pencereleri görürüz.


Hitchcock gibi, Hopper da filmlerinde pencereden içeri bakınca görünmeyenleri gizleyerek gerilim ekler. Asıl güç görünmeyende ve sakınılandadır. Hopper'ın başyapıtı Nighthawks da üstat Ernest Hemingway'in The Killers kitabından esinlendiği bilinir.
'
Bu çıkarcı ve simbiyotik ilişkinin en güzel örneği, Hopper'ın Nighthawks'u tamamlamasından iki sene evvel çıkan, romanla aynı adlı The Killers filmidir.
Yönetmenlerin bütün bir nesili Hopper'dan ilham aldı. Hopper'ın tipik «Amerikan manzarası» temalı estetiği kolayca tanınabilir, yalnızca görsel değil hissî mânâda da.
David Lynch de filmlerinde Hopper'a hommage'da bulunur. Lynch de Edward Hopper gibi kusursuz Amerikan aile hayatlarının ardındaki gizli, tekinsiz, çorak, alengirli işleri açığa çıkarmak için toprağı eşeler. Twin Peaks'in üçüncü sezonunda Hopper çizimlerinin Lynch'teki tesiri apaçık görünür. 
Hopper'ın Amerikan hayatı görüşü, dünyanın geri kalanlarının Birleşik Devletler'i nasıl gördüğü üzerinde büyük bir etki bırakır. Günümüzde hala Hopperesque [Hoppervarî] diyebileceğimiz bir dünyadır. Amerikan olsun veya olmasın, her sinemacının kendilerine ait etkileyici bir Amerikan Rüyası -ve ardındaki vahşet- izlenimi vardır. Hopper tablolarındaki psikoloji her kültüre, her dile tercüme edilebilir. 

Han Koçyiğit

virângâr-ül meclis ü sâhib-üz zamân, kâşif-i esrâr-ı ilâhî ilhan

1 Yorumlar

Daha yeni Daha eski